Batı 'kaderini' oyluyor
ABD, İngiltere ve Fransa'da yapılacak halk oylamaları, muhtemel sonuçları bakımından Batı için "tarihin sonu" anlamına gelebilir
Avrupa’nın siyasi ve toplumsal yapısında büyük sarsıntılara yol açan sığınmacı akını, sınırları aşan terör olayları, geleneksel ittifak yapılarında giderek derinleşen çatlaklar ve bunların doğal sonucu olarak değişen stratejik dengelerle biçimlenen kritik bir dönemden geçen Batı, tarihsel kimliğini ve varoluş koşullarını temelden değiştirme potansiyeli taşıyan halk oylamalarının eşiğinde.
ABD, İngiltere ve Fransa’da bu yıl yapılacak oylamalar, düne kadar “tasavvur edilemez” olarak görülen ancak giderek “muhtemel” hale gelen sonuçları bakımından, Batı’nın, İkinci Dünya Savaşı’nın ardından inşa ettiği düzeni ve bu yapının omurgasını teşkil eden başlıca kurum ve mekanizmaları artık bütünüyle işlevsiz hale getirebilecek gelişmeleri de tetikleyebilecek güçte.
Nitekim ABD, AB ve son tahlilde çok boyutlu trans-atlantik ilişkiler açısından "kaos senaryolarının" giderek belirgin ve müşahhas hale gelmesi, “Batı’nın sonu mu geliyor?” başlığı altında ve uluslararası ölçekte yol açacağı muhtemel etkileri yönüyle Batı basını ve akademik çevrelerinde sıkça ele alınıp değerlendirliyor.
Batı için bir dönüm noktası teşkil edecek oylamaların en önemlisi, ABD’de kasım ayında yapılacak başkanlık seçimleri. Hiçbir siyasi deneyimi olmayan, kampanyasını kendi imkanlarıyla finanse eden ve bütün şöhretini bir televizyon şovuna borçlu olan işadamı Donald Trump’ın, Cumhuriyetçi Parti safında yarışa dahil olması ve fakat seçim yarışının bir aşamasında “aklıselimin” galip geleceği ve aday adaylığı girişiminin akim kalacağına ilişkin tahminlerinin aksine, partinin en güçlü hatta neredeyse rakipsiz adayı haline gelmesi, “Başkan Trump” senaryosunun artık ciddiyetle ele alınmasını gerektiriyor.
Nitekim Trump’ın, engelli bir gazeteciyle alay etmesi, seçim kampanyasına “18 yaş sınırı getirilmesi” çağrılarına yol açan imaları, siyasi rakipleri ve hatta Papa Franciscus ile girdiği polemiklerden hareketle seçim yarışının ilk aylarında “siyasi magazin” düzeyindeki haber ve yorumlara konu edilen yükselişi, yerini, artık ABD siyasal sistemi ve “müesses nizamı” açısından oluşturduğu tehlikeye odaklanan, bu desteğin toplumsal tabanını sorgulayan ve Washington'un küresel konumunu nasıl etkileyeceğini irdeleyen yorum ve analizlere bırakmış durumda.
ABD’li analistler, şu ana kadar yapılan eyalet önseçimlerinde rakiplerine ezici bir üstünlük sağlayan Trump’ın, iki parti esasına göre işleyen ABD siyasal sisteminin sonunu getirebileceğini, öte yandan adaylığının yol açtığı parti içi ihtilaflar ve kamplaşmalar nedeniyle 162 yıllık Cumhuriyetçi Parti’nin de bölünme hatta yok olma tehlikesiyle karşı karşıya olduğunu belirtiyor.
Siyasi tarihte benzerine nadiren rastlanacak şekilde “kendi adayını engellemeye çalışan” Cumhuriyetçi Parti’nin önde gelen isimleri, “henüz iş işten geçmeden” Trump’ın başkanlık yolunu kesmeye gayret ediyor ancak geçen seçimde Cumhuriyetçi Parti'nin başkan adayı olan Mitt Romney’nin Trump’ı ağır ifadelerle eleştirdiği basın toplantısı, Trump karşıtı ortak imzalı açık mektuplar ve reklam kampanyaları gibi girişimler genelde ters tepiyor. Üstelik partinin önemli figürlerinden eski başkan George W. Bush, yardımcısı Dick Cheney ve eski Dışişleri Bakanı Condoleezza Rice gibi isimler henüz konuyla ilgili net bir tavır almış değil.
Trump’ı yaratan koşullar
Trump’ın popülaritesinin, 11 Eylül sonrası dönemin boğucu atmosferinde güvenlik odaklı politikaların yönlendirdiği ABD’de “Çay Partisi” gibi marjinal grupların Cumhuriyetçi Parti’ye eklemlenip giderek ana akım eğilimlere baskın çıkmasından kaynaklandığı, bu yönüyle de Trump’ın, özelde partinin, genelde ise ABD'nin "teröre karşı savaş" doktriniyle yaşadığı dönüşümün “kaçınılmaz bir ürünü” olarak ortaya çıktığı belirtiliyor. Diğer bir görüş ise Trump’ın “başarısının”, ABD siyasal sistemi ve devlet işleyişindeki genel tıkanıklıkla bağlantılı olduğu. Nitekim “tarihin sonu” teziyle ün kazanan uluslararası ilişkiler teorisyeni Francis Fukuyama’nın, “Siyasi Düzen Siyasi Çürüme” başlıklı kitabında dile getirdiği “ABD’de yönetim kalitesinin bir nesilden fazla bir süredir sürekli olarak gerilediği” tespitinde ifadesini bulan bu yaklaşım doğrultusunda Trump’ın gördüğü ilgi, federal kurumların işleyişindeki tıkanıklıktan, göçmenlerden, terörle ilintilendirilmiş İslam’dan, ölçüsüz liberal politikalardan, siyasetçilerden ve nihayet medyadan rahatsız olan seçmen kesiminin öfkesinin bir tezahürü olarak yorumlanıyor.
“Başkan Trump” ve uluslararası “anlaşmalar”
Kasım ayında yapılacak seçim, Trump vakasına dair ABD iç politika perspektifinden yapılan analizlerin ötesinde, Washington’un küresel konumu bakımından uluslararası camia için de kritik önem taşıyor. Muhtemel “Başkan Trump” senaryosunu küresel sistem açısından “ürkütücü” hale getiren, Washington Post yazarı Anne Applebaum'un ifade ettiği şekilde Trump’ın, seleflerinin aksine hiçbir “ortak değeri” tanımıyor olması. Terör zanlılarına işkenceyi savunan, Meksika sınırına duvar örülmesini planlayan, etnik ve dini ayrımcılığı siyasi söyleminin başlıca unsuru haline getiren Trump, temel dış politika tercihleri bakımından, Batı’yı karakterize eden NATO ve AB gibi kurum ve mekanizmaları da önemsemiyor. Nitekim bir konuşmasında Brüksel’i “cehennem çukuru”na benzetmesi, Almanya ve İsveç’ten “felaket” diye söz etmesi ve Almanya Başbakanı Angela Merkel’in sığınmacılara yönelik “açık kapı” politikasını “çılgınlık” olarak nitelendirmesi, Trump’ın 70 yıldır devam eden Batı ittifakını umursamadığının işaretleri.
Batı ile Rusya arasında derin bir kırılmaya yol açan Ukrayna krizi sırasında “Bu ABD’nin değil AB’nin meselesi” diyen ve ülkenin NATO’ya üyeliği konusunu “çok da umursamadığını” söyleyen Trump’ın, bu yaklaşımıyla ittifakı ve sağladığı güvenlik garantilerini de önemsemeyeceği öngörülüyor. Nitekim New Yorklu işadamının bir kitabında, Avrupa’daki ihtilafların Amerikalıların hayatlarını feda edecek kadar değerli olmadığı, ABD’nin Avrupa’dan çekilmesinin her yıl milyonlarca dolar tasarruf edilmesini sağlayacağına ilişkin ifadeleri de bu yaklaşımı teyid eder mahiyette.
Dış politika ve diplomasi doktrinini, New York’ta gayrimenkul sektöründeki deneyiminden elde ettiği birikim çerçevesinde “anlaşma (deal)” düzeyinde tanımlayan Trump, Rus lider Vladimir Putin’e atıfla, “Bu insanlarla anlaşma yapabilirsiniz. Putin’le harika bir ilişkim olurdu” sözüyle de uluslararası ilişkilerde belirli değerleri değil sonuç getiren anlaşmaları tercih edeceğini gösteriyor.
Batı’daki bölünme ve ayrışmaları dikkatle izleyen Rusya’nın, Baltık ülkelerinden İskandinav bölgesine, Balkanlardan Kafkaslar ve Orta Asya’ya kadar çok geniş bir alanda güvenlik krizi çıkarma kapasitesine sahip olduğu dikkate alındığında, NATO-sonrası döneme ilişkin hiçbir ihtiyati planı ve hazırlığı bulunmayan Avrupa’nın, ittifakın güvenlik garantilerinden mahrumiyetinin yol açacağı riskler hesap edilebilir.
"AB için sonun başlangıcı"
Sonuçları Avrupa başta olmak üzere Batı genelinde hissedilecek diğer kritik bir oylama ise yaklaşık üç ay sonra İngiltere’de. İngiltere’nin AB’de kalıp kalmamasının oylanacağı referandum, İkinci Dünya Savaşı’nın bu yana en çalkantılı dönemden geçen Avrupa’nın geleceğini belirleyecek önemde. Birleşik ve sınırsız Avrupa ideali yolundaki en önemli kazanımlar olarak gösterilen ortak para birimi ve Schengen uygulamasının sorgulanır hale geldiği, yüzbinlerle ifade edilen mülteci akınının Avrupa’nın siyasi ve toplumsal dengelerini temelden sarstığı bir dönemde yapılacak referandum, her iki sonuçta da AB için yeni ve muhtemelen krizlerle dolu bir dönemin perdesini aralayacak.
Seçim ve referandum süreçlerinin öngörülemez tabiatının yanısıra Başbakan David Cameron’ın kabinesindeki bazı bakanlar ve Muhafazakar Parti’nin önde gelen isimlerinin de aralarında bulunduğu etkili bir kesimin “Brexit” olarak adlandırılan "AB'ye hayır" kampında yer aldıkları dikkate alındığında, referandumdan bu yönde bir sonuç çıkması bütünüyle dışlanabilecek bir ihtimal değil. Londra’nın AB ile yollarını ayırması, hemen bütün analistlerin üzerinde mutabık olduğu ve AB Komisyonu Başkanı Donald Tusk’un da dikkat çektiği üzere, Avrupa’da bir çözülme sürecini harekete geçirebilir. İngiltere'nin denklem dışı kaldığı bir AB'de Almanya'nın, dengeleyici aktörün yokluğunda bütünüyle belirleriyici hale geleceği, Berlin'in başını çektiği merkeziyetçi politikalarla daha da içe kapanma eğilimi gösteren AB'de üye ülkeler arasındaki fay hatlarının daha da derinleşeceği tahmin ediliyor.
Mevcut koşullarda İngiliz halkının, AB üyeliğinin temin ettiği ekonomik avantajlarlara ilişkin soğukkanlı bir fayda/maliyet hesabı yaparak değil, AB’nin genel görünümüne ilişkin görüş ve beklentilerinin belirleyici olacağı bir tercihte bulunacakları öngörülüyor. Özellikle mülteci krizinin ardından kaotik bir görünüm veren ve ortak politikalar geliştirmekte başarısız olan AB’nin mevcut haliyle çok da davetkar olmadığı açık.
Öte yandan referandumun AB lehine sonuçlanması da meselenin hallolduğu anlamına gelmeyecek. Brüksel’in, üye ülkelerin egemenlik haklarının aleyhine genişleyen merkeziyetçi bürokrasisi, dış siyaset tercihleri ve mülteciler için önerilen kota sistemi gibi dayatmacı politikalarından rahatsız olan özellikle güney ve doğu Avrupa ülkelerinin, İngiltere’nin bir anlamda meşruiyet zemini sağladığı referandum kararını izleyerek AB üyeliğini kamuoyuna taşıma eğilimi gösterebileceği öngörülüyor.
Fransa aşırı sağa teslim olabilir
Batı için “kader anı” niteliğindeki son oylama ise gelecek yıl Fransa’da yapılacak. Cumhurbaşkanlığı seçiminde ikinci tura kalacağına kesin gözüyle bakılan aşırı sağcı Ulusal Cephe lideri Marine Le Pen, Fransa iç kamuoyunda oya tahvil etme imkanı bulduğu İslam karşıtlığı ve göçmenleri hedef alan söylemlerinin yanısıra Fransa’yı NATO ve AB’den çıkarma taahhüdünde de bulunuyor.
Seçim kampanyasını bir Rus bankasından aldığı kredilerle finanse eden Le Pen, Trump gibi Rusya ile özel ilişkiler tesis edilmesini savunuyor. Siyasi analistler, ikinci tura kalması halinde yine "sağduyunun" galip gelerek kamuoyunun diğer aday üzerinde birleşip Le Pen’in başkanlık yolunu keseceğini umut etse de “seçeneksizlik” algısının seçim tercihlerinde belirleyici olabileceği de dikkate alınmalı.
Öte yandan terör olaylarının, kimi durumlarda belirli bir siyasi hedefe ulaşılması için uygun vasat temin edebildiği günümüz koşullarında, vuku bulabilecek bir terör saldırısı veya göçmenlerle irtibatlandırılacak infial yaratıcı hadiselerin kamuoyu algısını ve seçmen davranışını muayyen bir istikamette biçimlendirebileceği, toplumsal travmalara yol açacak bu türden gelişmelerin ise zemin hazırlayacağı fevri ve tepkisel tercihlerle siyasi beklentileri ve hesapları bütünüyle değiştirecek dinamikler haline gelebileceği, seçim analizlerinde gözardı edilemeyen bir ihtimal.